LoL hikayeleriyle aranız nasıl? Riot Games, belirli aralıklarla League of Legends evreninden hikayeler paylaşıyor. Kısa bir süre önce “Demacia’lı Kalbi” adında yeni bir kısa hikaye paylaşıldı. O hikaye hemen aşağıda sizlerle.
“Demacia’lı Kalbi”
Oğlan çocuğu, donuk toprağı aralayıp yüzeyine çıkmış olan sarı uyurkök çiçeğine hayranlıkla bakıyordu. Geri kalanı gayet çorak olan manzaradaki tek parlak renkli kısımda büyüyen yüzlerce uyurkökten biriydi. Çiçeğin yanında diz çöküp derin bir nefes aldı. Burnuna sabah ayazı ve hafif, hoş bir koku doldu. Bitkinin çiçeğini koparmak için uzandı.
Vannis, “Elleme,” dedi.
Yaşlıca bir adam olan Vannis, oğlanın tepesine dikilmişti. Mavi pelerini hafif rüzgârda dalgalanıyordu. Yanında duran Marsino, elinde yanmamış bir meşale tutuyordu. Bir süredir bekliyorlardı. Karşılarına çıkan olmamıştı.
Daha genç olan Marsino çocuğa gülümseyerek bakıp başını salladı.
Çocuk çiçeği koparıp cebine tıktı.
Vannis başını iki yana sallayarak kaş çattı. “Çocuk seninle vakit geçirince kötü alışkanlıklar edinmiş.”
Marsino bu söz üzerine kızarıp bozardı, gülümsemesi soldu. Boğazını temizleyip, “Bir şey görüyor musun?” diye sordu.
Çocuk ayağa kalkıp toprağı donmuş tarlanın karşı ucundaki yerleşimi inceledi. Bir yamaca saçılmış bir avuç köhne barakadan ibaretti. Dökme cam pencerelerin ardında biçimler ve gölgeler oynaşıyordu.
“İçlerinde insanlar var,” dedi.
Vannis, “Onu hepimiz fark ettik,” diye tersledi çocuğu. “Aradığımız şeyi görebiliyor musun?”
Çocuk en küçük bir ipucu bulmak ya da izlenim yakalamak için arandı. Gözüne sadece yıpranmış kalaslarla kesme taşların grisi çarptı.
“Hayır efendim.”
Vannis alçak sesle homurdandı.
Marsino, “Biraz yaklaşsak mı?” diye sordu.
Yaşlıca adam başını sallayarak itiraz etti. “Bunlar tepe köylüleri. Kapılarına yirmi adım yaklaştığın anda mızrağı böğrüne saplayıverirler.”
Çocuk bu sözleri duyunca ürperdi. Güney tepelerinin halkının ne kadar dövüşken olduğu başkentte çok iyi bilinirdi. Krallığın ücra sınırlarında, hangi ülkeye ait olduğu tartışmalı topraklarda yaşarlardı. Hızla arkasına bakıp Marsino’ya yaklaştı.
Vannis, “Meşaleyi yak,” dedi.
Marsino çakmak taşlarını birbirine sürttü, yağa batırılmış fitili kıvılcıma boğdu. Zift alev alarak sabah ayazını kovaladı.
Çok beklemediler.
Birkaç kulübenin kapısı açıldı, bir düzine kadar kadınla adamdan oluşan bir grup onlara doğru yürüdü. Ellerinde kargılar ve baltalar vardı.
Çocuğun eli kalçasına takılı olan hançere gitti. Marsino’ya baktı ama genç adam gözlerini köy sakinlerine dikmişti.
Vannis, “Yavaş ol çocuk,” dedi.
Kalabalık, tarlanın sınırında durdu. Hırpani giyimleri, Vannis ve Marsino’nun koyu mavi ve beyaz renklerdeki şık giysileriyle büyük bir tezat oluşturuyordu. Çocuğun kendi giysileri bile onlarınkinden düzgündü.
Çocuk sırtında bir ürperti hissetti. Marsino’nun dikkatini çekmek için koluna dokunup başını salladı. Adam bu sinyali anlayıp ona geri çekilmesini işaret etti. Uygulanması gereken işlemler vardı.
Kalabalığın arasından ihtiyar bir kadın öne çıktı. “Sihir avcıları artık köy de mi yakıyor?” diye sordu.
Kadının yanında durmakta olan, karmakarışık, kabarık saçlı genç bir adam, “Burada size göre bir şey yok, gidin!” diye bağırdı. Diğer köylüler de onlara katılarak bağırmaya, hakaretler savurmaya başladı.
Yaşlı kadın genç adama dirsek atarak, “Şşşt!” diye azarladı.
Adam yüzünü buruşturup başını öne eğdi. Kalabalık sustu.
Köylüler, çocuğun başkentte gördüğü kimseye benzemiyorlardı. Sihir avcılarının geleneksel mavi pelerinlerini ve dövme bronzdan yapılmış, yüzü yarım kapatan maskelerini görünce korkuyla büzülmüyorlardı. Dimdik durup kafa tutuyorlardı. Birkaçı silahlarıyla oynarken dik dik çocuğa bakıyordu. Çocuk bakışlarını kaçırdı.
Marsino onlara yaklaştı. Meşalesiyle çiçekleri işaret ederek, “Çitduvar’a altı gün önce iki yüz kiloya yakın uyurkök girmiş,” dedi.
“İnsanlar ne bulursa alıyor, satıyor. Şehirde öyle olmuyor mu?” diye sordu yaşlı kadın.
Dağlılar güldü.
Çocuk da çekine çekine onlara katıldı. Hatta Marsino bile hafifçe gülümsedi. Vannis’te hiçbir hareket olmadı. Kısa asasını tutarak kalabalığı süzdü.
“Elbette öyle oluyor,” dedi Marsino. “Ama o çiçek bu mevsimde pek yetişmez.”
Yaşlı kadın, “Biz iyi çiftçiyizdir,” dedi. “İyi avcıyızdır da,” derken gülümsemesi kayboldu.
Vannis gözlerini yaşlı kadına dikti. “Evet ama toprak don yemiş, sizin aranızda da hayatında karasaban sürmüşlüğü olan tek kişi bile yok.”
Yaşlı kadın omuz silkti. “Mahsul nerede isterse orada yetişir. Biz ne karışırız?”
Vannis bıyık altından gülümsedi. “Öyle ya, bitkiler her yerde yetişir,” diyerek Bozmühür’ü pelerininden çıkardı. Yere çömeldi, taştan oyma bir disk olan mührü uyurköklerden birine yaklaştırdı.
Çiçeğin taç yaprakları büzülüp kurudu.
Vannis, “Ama bitkiler petrisite yaklaşınca ölmez,” diyerek yerden kalktı. “Yetiştirmek için büyücülük yaptıysanız başka.”
Köylülerin yüzündeki gülümsemeler kayboldu.
Marsino, “Sihir kullanımı yasaktır,” dedi. “Hepimiz Demacia’lıyız. Ülkemizin yasalarını şereflendirmek doğuştan…”
Yaşlı kadın, “Şeref ekmeğe katık edilmiyor,” dedi.
Vannis, “Edilse siz yine de aç kalırdınız zaten,” diyerek kötü kötü sırıttı.
Bu hakaret karşısında kalabalık hareketlenip yaklaştı, sihir avcılarının birkaç adım yakınına kadar geldi.
Marsino boğazını temizleyip elini kaldırdı. “Dağların halkı Demacia’nın yasalarına daima saygı göstermiştir. Kanuna ve geleneklere uymuştur,” dedi. “Sizden tek istediğimiz öyle yapmaya devam etmeniz. Büyü belasından etkilenen kişi lütfen öne çıksın.”
Ne kımıldayan oldu ne de tek bir söz eden.
Marsino bir saniye bekledikten sonra yeniden konuştu. “Şerefinizle kanuna uymayacaksanız, bilin ki bu çocuk suçluyu ortaya çıkarabilir.”
Kalabalık çocuğa odaklandı. Aralarında sertçe fısıldaşırlarken bakışları ayıplamayla doldu.
Daha önce bağırmış olan adam, “Bu bacaksız ceza görmeden büyü yapabiliyor ama biz yapamıyoruz, öyle mi?” diye sordu.
Çocuk bu suçlama karşısında korkuyla büzüldü.
Marsino, “O Demacia’nın hizmetinde,” diyerek çocuğa döndü. “Yok bir şey, sen işine bak.”
Çocuk başını salladı. Terli avcunu kısa pantolonuna silip köylülere döndü. Toz toprak içindeki yüzlerin arasında kendini hemen belli eden, ışıl ışıl bir varlık vardı. Büyücünün etrafında bir ışık halesi pırıldayıp dalgalanıyordu.
Bu ışığı sadece çocuk görebiliyordu. Hayatı boyunca da böyle olmuştu. Ona özgü bir yetenekti. Ona özgü bir lanetti.
Diğer köylüler aşağılayan bakışlarla seyrediyorlardı. Her yerde böyle oluyordu. Buralılar da yeteneği yüzünden ondan nefret ediyorlardı. Yaşlı kadın hariç. Yaşlı kadın, hüzünlü gözleriyle ona konuşmaması için yalvarıyordu.
Çocuk başını eğip yere baktı.
Anlık sessizlik uzayıp giderken herkes bekledi. Çocuk Vannis’in onu ölçüp tarttığını ve sertçe yargıladığını sezebiliyordu.
Marsino onu yüreklendirmek için elini omzuna koyarak, “Çekinme,” dedi. “Biz düzeni sağlıyoruz. Kanunları uyguluyoruz.”
Çocuk büyücüyü göstermeye hazır halde kafasını kaldırdı.
Yaşlı kadın başını iki yana sallayarak, “Söyleme oğlum,” dedi. “Ben kabul ederim. Duyuyor musun?”
Vannis, “Yetti be!” diye parlayarak elinde Bozmühür’le çocuğu itip geçti.
Kalabalık büyücünün etrafını sarınca, saçtığı ışık bir anlığına sönükleşti.
“Bir dakika!”
“Sus çocuk. Sen sıranı savdın.”
Ama büyücü, yaşlı kadın değildi.
Çocuk Marsino’ya döndü. “Kadın değil! Diğeri!” diyerek ihtiyarın yanındaki karmakarışık saçlı adamı gösterdi.
Marsino bakışlarını köylülerden çocuğun parmağına çevirerek gösterdiği yeri görmeye çalıştı; ama o tehdidin kim olduğunu kavrayamadan, adam sihir avcılarının üstüne atıldı.
Büyücü, Vannis’e doğru uzanırken, “Anne!” diye bağırdı. Elleri zümrüt yeşili bir parlaklıkla dalgalandı. Parmak uçlarından dikenli sarmaşıklar uzandı.
Vannis dönerek kaçındı, ağır asasını geniş bir kavisle savurup büyücünün şakağına oturttu.
Büyücü tökezleyerek Marsino’ya çarptı, onun koluna tutundu. Sarmaşıkların keskin dikenleri, Marsino’nun giysisinin yenini deldi. Marsino acıyla çekilerek adamı yere itti, o kargaşa sırasında da elindeki meşaleyi düşürdü.
Alevler adamın paramparça tüniğini yalamaya başladı, sonra da giydiği paçavraları tutuşturdu.
Yaşlı kadın çığlık çığlığa oğluna koştu.
Kollar kadını yakaladı, çırpınıp kaçmasın diye tuttular. Geri kalan köylüler ilerledi ama Vannis yerinden kımıldamadı. Asası hazırda, bekledi.
“Sana dokundu mu?!”
Marsino silahını çekmeye uğraşıyordu. Sonunda kendi asasını yerinden çıkardı. Gözleri kaymış, bakışları camlaşmıştı.
“Marsino!”
“Bir şeyim yok!”
“Başka var mı?” diye bağırdı Vannis.
Çocuk cevap vermedi. Olduğu yere mıhlanmış halde, alevler içinde kıvranarak can çekişen büyücüye baktı. Boğazında bir acılık yükselmeye başladı ama yutkunup bu berbat tadı geri itti, öğürmemek için direndi.
“Çocuk!”
Çocuk sonunda kendisiyle konuşulduğunu fark etti. Ateş tarlaya yayılıyor, öfkeli köylülerle aralarına bir duvar çekiyordu. Yükselen alevlerin arkasında sıralanmış, öldürme arzusuyla dolu yüzleri taradı. Sıcaklık duyularını köreltiyordu.
“Başka yok.”
“O zaman bin atına!”
Çocuk midillisinin eyerine oturdu. Marsino’yla Vannis de hemen kendi bineklerine atladılar ve üçü dörtnala köyden kaçtı. Çocuk dönüp arkasına baktı. Yangın kükrüyordu. Tarladaki çiçekler solmaya başlamıştı bile.
Vannis onları akşamın geç saatlerine kadar at binmeye, köyle aralarına olabildiğince çok mesafe koymaya zorlamıştı. Çitduvar Kalesi’ne varmaları üç gün sürecekti. Vannis’in niyeti yanına bir sihir avcısı müfrezesi alıp geri dönmekti. Kanun yerine getirilmeli, diyordu.
Hava karardıktan biraz sonra durup kamp kurdular. Kayalık arazide ilerlemek fazla tehlikeli olmaya başlamıştı. Çocuk toprağa yine kendi ayaklarıyla bastığı için çok rahatlamıştı. Kendisi gibi Tortudereli çocuklar, at kiralayan ahırlardan çalmadıkları sürece ata binmezlerdi. O da pek eli uzun bir çocuk değildi.
İlk nöbeti o tuttu. Ulu bir meşe ağacının altında oturuyordu. Sırtı ve kalçaları saatlerce at sırtında oturmaktan tutulmuştu. Vücudunu hareket ettirerek rahat edebileceği bir duruş almaya çalıştı. Birkaç dakika sonra ayağa kalkıp ihtiyar ağaca yaslandı. Tepelerin bir yerlerinde yalnız bir kurt uludu. Cevap olarak bir ulumalar korosu yükseldi. Belki de braget tazıları ulumuştu. Hâlâ ayırt edemiyordu.
Gökyüzünde, fırtına bulutlarının arasında şimşekler çakıyordu. O kadar uzaktaydılar ki gök gürültüsünü duyamıyordu. Tepesinde, rüzgârın sürüklediği grilikler arasından yıldızlar kendilerini göstermeye uğraşıyorlardı. Ovalara yoğun bir sis çökmüştü.
Ateşe bir öbek daha odun attı. Ateşte bir sürü kor parladı, sonra hepsi çabucak söndü.
Zihnindeki sessizliği hayalet sesler doldurdu. Yanan büyücünün hatırası kamp ateşinde dans ederken sesler de ona yalvarıyor, pırıl pırıl parlayan bir gerçeği yadsıyordu. Ürperdi, başını çevirdi.
Gördüğü ölüm mide kaldırıcıydı; ama böyle düşünceler zihnine ne zaman doluşsa onları bir kenara itip Vannis’le Marsino’ya katıldığından bu yana tanık olduğu tüm o güzellikleri hatırlamaya çalışıyordu.
Aylardır sihir avcılarıyla birlikte seyahat ediyor, Tortudere’nin kalabalık sokaklarının dışında kalan dünyayı ilk defa görüyordu. Bir zamanlar ancak yaşadığı gecekondunun çatısından bakabildiği, uzaklardaki dağları ve tepeleri keşfediyordu. Şimdi karşısında yeni dağlar vardı. Daha fazla yer görmek istiyordu.
Bunu sihir mümkün kılmıştı.
Bir zamanlar içini bulunma korkusuyla dolduran bu lanet, artık bir nimetti. Gerçek bir Demacia’lı olarak başı dik yürümesini sağlıyordu. Hatta mavi bile giyiyordu. Belki bir gün o da, büyücü olduğu halde bronzdan yarım maske takıp kendine ait bir Bozmühür taşıyabilirdi.
Düşünceleri, hafif bir hışırtı sesiyle bölündü.
Döndüğünde Marsino’nun uykusunda bir şeyler mırıldandığını gördü. Onun yanında boş bir uyku tulumu vardı. Bunu görünce kalp atışları hızlandı. Daha yaşlı olan sihir avcısını görmek için ağaçların arasını taradı.
Vannis yakındaki bir başka meşenin altında durmuş, çocuğu seyrediyordu.
Ağacın gölgesinden çıkarken, “Bugün tereddüt ettin,” dedi. “Yanlış kişiyi gösterdin. Korkudan mıydı, başka bir şeyden mi?”
Çocuk bakışlarını kaçırdı ve sessiz kaldı. Sihir avcısını tatmin edecek bir yanıt bulmaya çalıştı.
Vannis sabırsızlanarak kaşlarını çattı. “Hadi, çıkar ağzındaki baklayı.”
“Anlamadığım şu: Uyurkök yetiştirmenin kime ne zararı var?”
Vannis homurdanarak başını iki yana salladı. “Elini verirsen kolunu kaptırırsın. Hem savaş alanında böyledir bu hem de büyücülerle uğraşırken.”
Çocuk bunları başıyla onayladı. Vannis onu bir an süzdü.
“Kalbin nereye ait, çocuk?”
“Demacia’ya, efendim.”
Marsino yine kımıldandı. Söylenmeleri bir anda inlemelere dönüştü. Sonunda uyku tulumunun içinde çırpınmaya başladı.
Çocuk adamın yanına gidip omzundan çekiştirdi. “Marsino, uyan,” diye fısıldadı.
Çocuk dokununca genç sihir avcısı kıvrandı. İnlemeleri şiddetlenip bağırışlara dönüştü. Çocuk Marsino’yu tekrar, bu sefer daha sert sarstı.
Vannis hemen tepesine dikilip, “Ne oluyor?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Uyanmıyor.”
Vannis çocuğu kenara itip Marsino’yu sırtüstü çevirdi. Genç adamın alnı ve şakakları ter içinde kalmış, siyah saçları birbirine yapışmıştı. Gözleri açıktı, bomboş bakıyordu. Üstlerine bulanık, beyaz bir perde inmişti.
Vannis ağır battaniyeyi kaldırdı, Marsino’nun pelerinini açtı. Genç adamın koluna marazlı bir siyahlık yayılıyordu. Çocuk ise, hastalıklı derinin altında ışıklar saçan bir çiçek görüyordu.
Yola şafak sökmeden çıkmışlardı.
Vannis’le çocuk Marsino’yu atına oturtup eyere bağlamayı başarmıştı. Vannis Marsino’nun atını kendisininkine bağlayıp yedeğinde çekerken, genç sihir avcısı daldığı hastalık uykusundan uyanamamıştı.
Çocuğun midillisi, Vannis’in tutturduğu tempoya ayak uydurmakta zorlanıyordu. Çitduvar Kalesi’ne hâlâ bir günden fazla yolları vardı.
At adım attıkça Marsino’nun sarsılmasını seyrediyordu. Yaralı adam birkaç defa düşecek gibi oldu ama Vannis yavaşlayıp Marsino’yu yeniden eyere sabitledi. Her seferinde de yola yeniden koyulmadan önce çocuğa kötü kötü baktı.
Öğlene doğru, Corvo Geçidi’ne varmışlardı. Binekleri dağın yamacına oyulmuş sert dönemeçlerde güçlükle tırmanarak ilerliyordu. Yolları yarım gün kısalacaktı ama bu zorlu patika çok bakımsızdı. Sık çalılıklar onları daha da yavaşlatıyordu.
Çocuk eyeri bacaklarının arasına iyice sıkıştırıp dizginleri sıkı sıkı tuttu, gözlerini derin uçuruma uzanan dimdik yamaca dikti. Midillisi kendi kendine, ağır aksak ilerliyordu. İçgüdüleri ikisini de ölümden koruyordu.
Çalılıkların arasından düz bir açıklığa çıktılar. Vannis’in üzengilerinde dikilerek atları hızlandırdığını gördü. Marsino yavaş yavaş sağa kaymaya başladı. İyice yana yatmıştı.
“Vannis!”
Sihir avcısı elini uzattı ama çok geç kalmıştı. Marsino düşüp yere çarptı.
Çocuk atını durdurup indi, düşen adamın yanına koştu. Vannis de aynısını yaptı.
Marsino’nun alnından kan akıyordu.
“Kanamayı durdurmalıyız,” dedi Vannis.
Hançerini çekip çocuğun pelerinine uzandı, ona sormadan uzun bir kumaş parçası kesti.
“Su ver,” dedi.
Çocuk matarasını çıkarıp derin yarığın üstüne su döktü, Vannis de yarayı temizledi.
Marsino sağa sola döndü, o ateşli haliyle anlaşılmaz bir şeyler söyledi. Çocuk adamın söylediklerini takip etmeye çalıştı ama sadece birkaç kelime anlayabildi.
Adamın kuru dudaklarına birkaç damla su döküp, “İç,” dedi.
Genç sihir avcısı kımıldandı, dili suya değdi. Gözlerini açtı. Bulanık beyazlıkta kırmızımsı lekeler belirmişti.
“Geldik mi?” diye sordu. Her kelimede göğsünden hırıltılar geliyordu.
Vannis çocuğa bir bakış attı. Çocuk hiçbir şey söylememesi gerektiğini anladı. Yardım bulabilecekleri yerden hâlâ çok uzaktaydılar.
“Neredeyse geldik kardeşim,” dedi Vannis.
“Neden Çitduvar’ı… dağın bu kadar… yükseklerine yapmışlar?”
Vannis hafifçe gülümseyerek, “Kolayca ulaşılamasın diye,” dedi.
Marsino gözlerini kapatıp hafifçe güldü. Gülüşü hemen öksürüğe dönüştü.
Vannis, “Aman dikkat, kardeşim,” deyip bir an Marsino’yu gözledikten sonra çocuğa döndü. “Uyurkök hâlâ yanında mı?”
“Evet.”
Çocuk elini cebine daldırıp samandan yapılmış oyuncak bir at, pürüzsüz bir nehir taşı, bir de sarı çiçek çıkardı. Çiçeği görünce, Marsino’ya faydalı olacağını bildiğinden gülümsedi.
Vannis çiçeği çocuğun elinden çekip aldı. “Doğru yaptığın bir şey olmuş en azından.”
Çocuk bu sözleri duyunca midesi düğümlendi. Vannis haklıydı. Tereddüt etmiş, tereddüdünün bedelini arkadaşı ödemişti.
Marsino başıyla itiraz etti. “Onun suçu… değil. Daha… dikkatli… olmalıydım.”
Yaşlıca sihir avcısı, cevap vermeden uyurkök çiçeğinden birkaç yaprak kopardı.
“Bunları çiğne. İşlenmemiş ama ağrılarını biraz olsun dindirir.”
“Ama o… büyülü,” dedi Marsino.
“Büyü bitkinin yetişmesini hızlandırmış ve onu daha dayanıklı kılmış ama doğasını bozamamış,” diyen Vannis yaprakları Marsino’nun ağzına koydu. Eğilip genç adamın saçını okşayarak kulağına bir şey fısıldadı. Marsino gülümsedi. Sanki bir anıya dalmıştı.
Çocuk matarasındaki sudan bir yudum aldı. Sırtında hafif bir ürperti gezindi. Kollarındaki tüyler dikleşti.
Dönüp açıklığın bittiği yere gitti. Aşağıdaki düzlükler yemyeşil çam ağaçlarıyla kaplıydı.
“Ne var?” diye sordu Vannis.
“Bilmiyorum…” Çocuk aşağı, vadiye baktı. Hiçbir tuhaflık görünmüyordu. O tuhaf his bile geçmişti.
“Sandım ki…”
Sözünü bitirmeden durdu. Uzaktan bir yerden kapkara bir duman yükselmeye başlamıştı.
Çocuk çayırda yatmakta olan, dumanı tüten, kömürleşmiş leşlere bakakalmıştı. Havada yanık hayvan eti kokusu vardı. Karnı guruldadı.
Marsino’yla ilgilenirken Vannis’e, “Bunu ne yapmış sizce?” diye sordu. Genç sihir avcısı bir battaniyeyle birkaç parça ipten yapılmış derme çatma bir sedyede yatıyordu.
“Bilmiyorum,” dedi Vannis. “Sen burada kal, nöbet tut.”
Yaşlıca sihir avcısı, sığır leşlerini inceledi. Hepsinin kalın derilerinde yumruk büyüklüğünde, delik şeklinde yaralar vardı. Vannis yanık deliklerden birinin içine asasının ucunu sokarak derinliğini ölçtü. Ahşabın üçte biri içeri girmişti.
“Gitsek mi?” diye sordu çocuk.
Vannis ona döndü. “Bir şey hissediyor musun?”
Çocuk sığır leşlerini inceledi. Yanık etin altından büyü kalıntıları yayılıyordu. Onları öldüren şey her neyse, bu devasa hayvanları paramparça edebilecek kadar güçlüydü. Bir insan bu kadarını yapamazdı. Asa kullanmakta çok usta olsa bile.
Çocuğun ilgisi çiftliğe kaydı. Kütüklerden yapılmış ufak bir kulübeyle köhnemiş bir ahırdan oluşuyordu. En uzak ucunda da tuvalet barakası vardı. Arazi sırtını tepelere yaslamıştı. Çevresini sık orman kuşatıyordu. Duman çıkmasa asla göremezlerdi.
Yaklaşan ayak sesleri duydular.
Vannis dönüp asasını kaldırdı.
Yaşlı bir adam ahırın köşesini döndü. Davetsiz misafirleri görünce durdu. Daha iri birine göre dikilmiş bir pantolonla bir tünik giyiyordu. Elinde bir mızraklı balta tutuyordu. Silah eski püskü bir şeydi ama kesici ağzı iyice bilenmişti ve parlıyordu.
Adam, “Çiftliğimde ne işiniz var?” diye sorarak silahı öbür eline geçirdi. Vannis’in asasının menzilinin dışında durmaya dikkat ediyordu.
Çocuk, “Arkadaşım yaralı,” dedi. “Yardıma ihtiyacı var. Lütfen efendim.”
Vannis çocuğa yan yan baktı ama hiçbir şey demedi.
Çiftçi yerde yatan Marsino’ya göz gezdirdi. Hummalı rüyalar içinde yitip gitmiş sihir avcısı sedyesinde kımıldandı.
Çiftçi, “Çitduvar’da şifacılar var,” dedi.
“Orası atla bir günden fazla yol. Dayanamaz,” dedi Vannis.
Yaşlı adam sığır leşlerini göstererek, “Ormanın buralarında bir canavar geziniyor. Siz iyisi mi gidin,” dedi.
Çocuk sık ağaçlığa baktı. O sırada hiçbir şey sezmiyordu ama daha önce nasıl ürperdiğini hatırladı. O kadar uzaktan hissedebildiğine göre devasa bir yaratık olmalıydı.
“Nasıl bir canavar? Ejderha mı?”
Vannis, “Sakin ol be çocuk,” diyerek çiftçiye yöneldi. “Demacia askerlerini barındırmak yurttaşlık görevindir.”
Çiftçi gerilemedi. “Üniformalarınız mavi ama sihir avcıları asker değildir.”
“Doğrudur ama ben eskiden askerdim. Senin gibi.”
Çiftçi gözlerini kıstı, silahının mızrak ucunu Vannis’e doğru çevirdi.
Vannis, “Mızraklı baltadan anladım,” dedi. “Hafızam beni yanıltmıyorsa, Dikensur Mızrakçılarının karın deşenlerinden. Gördüğüm kadarıyla ne o paslanmış ne de sahibi.”
Çiftçi hafifçe gülümseyerek silahına baktı. “O çok eskidendi.”
Vannis bu sefer daha yumuşak bir sesle, “Kardeşlik bir ömür sürer,” dedi. “Bize yardım et. Biz de işimiz bitince senin şu canavarı yakalayalım.”
Çocuk Marsino’ya baktı. Sihir avcısının gözleri kapalıydı. Kesik kesik nefes alıyordu.
Çiftçi Vannis’i süzerek teklifi düşündü. Sonunda, “Gerek yok,” dedi. “Sizin arkadaşı içeri alalım.”
Vannis’le çiftçi Marsino’yu kulübeye taşıdı. Kulübenin ocağında ufak bir ateş yanıyor, mütevazı oda toprak ve sedir ağacı kokuyordu. Çocuk odanın ortasında duran masanın üstünde yer açmaya başladı. Tahta çanakları, peksimetleri yakındaki bir yer yatağının üstüne attı. Adamlar Marsino’yu tahtaların üstüne dikkatle yatırdı.
Vannis hançeriyle Marsino’nun tüniğini keserken, “Burada başka kim kalıyor?” diye sordu.
Yaşlı adam yarayı incelerken, “Yalnız yaşıyorum,” dedi. Çocuk, illetin yayıldığını görebiliyordu. Kara kara filizler Marsino’nun boynuna ve kalbine doğru uzanmaya başlamıştı.
Vannis, “Kesmemiz gerekecek,” dedi.
Marsino’nun vücudunda kasılmalar başladı, masadan düşecek gibi oldu.
“Tut şunları,” dedi Vannis. Çocuk Marsino’nun bacaklarını tutup kımıldamasınlar diye üzerlerine tüm ağırlığını verdi. Adam bacaklarını kurtarmak için çırpındı. Ağır çizmelerinden biri ayağından fırlayıp çocuğun ağzına çarptı. Çocuk çenesini tutarak geri çekildi.
Vannis, “Tut demedim mi?” diye bağırırken bir yandan da hançerinin kesici ağzını sildi.
Çocuk yine Marsino’nun bacaklarına uzandı ama çiftçi onu durdurdu.
“Ben hallederim oğlum,” dedi adam. “Sen onunla konuşmaya çalış bakalım.”
Çocuk masanın öbür ucuna geçti. Marsino’nun titremeleri azalmıştı ama zorlukla aldığı her nefeste göğsü hırıldıyordu.
“Marsino?”
“Elini tut, yanında olduğunu anlasın,” dedi çiftçi. “Yaralı hayvanlara çok faydası vardır. İnsanların da onlardan pek farkı yoktur.”
Çocuk Marsino’nun elini tuttu. Dokunduğu yer sıcaktı ve terden kaygandı. “İyileşeceksin. Yardım edecek birini bulduk.”
Marsino sanki sesine kulak vermeye çalışarak konuşmanın geldiği yere döndü. Bulanık bakışları artık kıpkırmızıydı.
“Çitduvar’a geldik mi?”
Çocuk Vannis’e baktı. Sihir avcısı başını salladı.
“Evet. Şifacılar seni iyileştirmeye çalışıyor,” dedi çocuk.
“Uyurkök… bana… zaman kazandırdı…” dedi Marsino elini sıkarak. “İyi etmişsin… İyi etmişsin…”
Çocuk boğazına tıkanmakta olan düğümü yutabilmek için dişlerini sıktı. Marsino’nun elini asla bırakmak istemezmiş gibi sımsıkı tuttu.
“Özür dilerim Marsino. Aslında orada…”
“Hayır… Senin… suçun değildi,” dedi Marsino. Her kelime ağzından binbir zahmet ve eziyetle çıkıyordu. Zorla başını kaldırdı. Artık göremeyen gözleriyle odayı araştırdı.
“Vannis?”
“Buradayım kardeşim.”
“Onlara… Onlara de ki çocuğun suçu değil.”
Vannis gözlerini çocuğa dikti. “Evet, şanssızlık işte,” dedi sonunda.
Marsino zayıf bir gülümsemeyle, “Gördün mü?” dedi, “Vicdanına… yük olmasın.”
Vannis, Marsino’nun omzunu tutup kulağına eğildi. “Kesmemiz lazım, kardeşim,” dedi.
Marsino başıyla onayladı.
“Bir şeyi ısırması gerek,” dedi çiftçi.
Çocuk hançerini kınından çıkardı. Ahşaptan oyulmuş kabzası bu işe son derece uygundu. Kabzayı Marsino’nun ağzına yerleştirdi.
Kendi silahını yaralı koldan birkaç santim uzakta tutmakta olan Vannis, “Güzel,” dedi.
Filizler derinin altında yavaş yavaş ilerliyordu. Çocuk onların çevresinde diğerlerinin göremediği, yumuşak, kalp gibi atan bir ışık görüyordu.
“Durun,” dedi.
Vannis çocuğa baktı. “Ne oldu?”
Marsino hançerin kabzasını ısırıp boğuk bir çığlık attı. Çocuğun elini sıkıp derisinin altındaki hareketlenme durana kadar masanın tahtalarına çarpa çarpa kıvrandı.
İllet, Marsino’nun boynuna yayılmıştı.
“Çok derinde,” dedi Vannis. “Kesip çıkaramam.” Sihir avcısı ne yapacağını bilemeden geriye çekildi.
“Yakarak öldürsek?” diye sordu çocuk.
“Atardamara o kadar yakın bir yeri dağlayamayız,” dedi Vannis. Yaşlı adama döndü. “İlacın var mı?”
“Buna iyi gelecek hiçbir şeyim yok.”
Vannis yaralı ortağına bakarak aklında bir şeyi tartmaya başladı. “Şifacı var mı?” diye sordu. Neredeyse fısıldıyordu.
“Onlarda ilaç vardır ama en yakındaki…”
“Öyle şifacı değil.”
Yaşlı adam bir an sessiz kaldı. “Öyle kimseyi tanımıyorum.”
Vannis ısrar etmek istiyor gibiydi ama dilini ısırıp kulübeyi araştırmaya başladı.
Çocuk, sihir avcısının bakışlarını takip etti. Bir köşede bir yığın hayvan postu, bir diğerinde ağdan yapılma bir hamak ve duvara dayalı, üstünde ağaçtan oyulmuş düzinelerce ördek figürü olan bir oymacı masası vardı. İşe yarayacak hiçbir şey yoktu.
“Sığırlar,” dedi Vannis.
Ölen sığırları kastettiğini anlayınca çiftçinin beti benzi attı. “Ne olmuş sığırlara?”
“Sığırlarda halkalı kurt olur muydu?
“Evet. Cehennem taşı tozuyla yakardık.”
“İlletin kaynağını kesip atarsak, geri kalanını da üzerine toz döküp yakarsak kurtarabiliriz,” dedi Vannis. “Nerede?”
Çiftçi pencereden dışarı baktı. Tereddüt eder gibiydi. Belki de cehennem taşı tozunu o kadar ıvır zıvırın arasında nerede bulacağını düşünüyordu.
Marsino’nun gırtlağından boğuk, hırıltılı bir ses yükseldi. Hançerin sapını dişleyerek şiddetli kasılmalarla masanın kenarına kadar geldi.
Vannis yaralı adamı omuzlarından tuttu. “Toz nerede?”
Çiftçi Marsino’nun savurup durduğu bacaklarıyla cebelleşiyordu. “Ahırda, ama…”
Marsino acı acı bağırdı.
Çocuk, “Ben alırım!” diyerek dönüp koşa koşa dışarı çıktı.
“
Ahıra doğru koştururken soğuk ve kuru dağ havası yüzünü sıyırıp geçiyordu. Ciğerleri ve bacakları yanmaya başlamıştı. Ahır kapısına yirmi adım kadar kalmıştı ki sırtı ürperdi.
Ayaklarını kaydırarak durdu.
Etrafı karanlık ve sessiz ormanla çevriliydi. Belki bir sihir izine rastlarım diye sık çalılıkların arasını araştırmaya başladı ama hiçbir şey bulamadı. Çayırdaki yanık karaltılardan hâlâ buhar ve duman yükseliyordu. Ürperti hissi tüm sırtına yayıldı. Yakınlarda bir şey vardı.
Vannis’i uyarması gerekiyordu ama bağırmaması gerektiğini çok iyi biliyordu.
Geri dönmeli miydi?
Kulübeden acı dolu bir çığlık daha yükseldi. Marsino için cesaret göstermeliydi.
Derin bir nefes alıp kendine geldi ve binaya koşturdu. Titreyen elleriyle kapının kancasını kaldırmaya uğraştı. Sonunda kapıyı açtı, girer girmez de çarparak kapadı.
Omurgasından aşağı bir şok indi.
Geriye doğru sendeleyip bir askılıkta duran tarla aletlerinin içine düştü. Yere kürekler, beller saçıldı.
O şey ahırın içindeydi.
Çocuk hançerini çekmek istedi ama kın boştu. Hançeri Marsino’ya vermişti. Ahırın bölmelerinden birinden gümüş rengi bir parlaklık yayılıyordu.
Ayağa kalkmaya çalıştı ama bacakları çalışmadı. Artık şekil almaya başlayan parlaklık, bölmeden çıkıp köşeyi döndü. Çocuk hiç böyle kör edici bir parlaklık görmemişti. Havayı bile büküp renklendiriyordu.
Şekil yaklaştı.
Kulaklarını, ısırganarılar kafasının içine yuva yapmış gibi bir vınlama doldurdu. Çocuk geriye sendeledi. Bir eliyle gözlerini koruyor, diğeriyle yerde bir silah aranıyordu. Hiçbir şey bulamadı.
Dünya bir ışık ve renk tabakasının ardında kayboldu.
Biçim kendini parlaklığın içinden çıkarırken, bir ses de vınlamayı aşıp duyulur olmaya başladı. Ne sesi olduğunu çıkarmaya çalışırken duyduğu tek bir sözcük her şeyi açıklığa kavuşturdu.
“Baba?”
Bu kelimeyle dünya yeniden yerinde oturdu.
Karşısında küçük bir kız vardı.
Oğlana kocaman açılmış, korku dolu gözlerle bakıyordu. Etrafındaki ışık halesi yeniden parlaklaştı. Oğlanı çekiyor, onu uzanıp bu parlaklığa dokunmaya zorluyordu.
“S-Sen kimsin?” diye sordu kız.
“Be… Benim adım Sylas.” Ayağa kalkıp elini uzattı. “Bana bir şey yapmazsan… ben de sana yapmam.”
Kız ellerini yumruk yapıp göğsüne bastırdı. “Kimseye kötü bir şey yapmam ben…” derken bakışlarını yere çevirdi. “Yani kasten yapmam.”
Oğlanın aklına çayırdaki sığırlar geldi. Bu düşünceyi kafasından uzaklaştırarak altın saçlı kıza odaklandı. Minicikti ve kendi evinde olmasına rağmen kaybolmuş gibi bir hali vardı.
“Sana inanıyorum,” dedi Sylas. “Kolay… Kolay değil tabii.”
Kızın etrafındaki ışık sönükleşti, Sylas’ın üzerindeki çekim etkisi de azaldı.
Kız Sylas’a baktı. “Babamı gördün mü?”
“Evde. Arkadaşıma yardım ediyor.”
Kız Sylas’ın elini tutmak için çekine çekine uzandı. “Beni onun yanına götürsene.”
Sylas çekildi. “İçeri girme.”
“Babama bir şey mi oldu?”
“Yok. Şey… Şu an bir sihir avcısına yardım ediyor.”
Küçük kız bu kelimeyi duyunca korkuyla büzüldü ve ahırın içi yine apaydınlık oldu. Tehlikenin farkındaydı.
“Peki sen sihir avcısı mısın?” diye sordu titreyen bir sesle.
Bu soru çocuğun içini burktu.
“Değilim. Senin gibiyim.”
Küçük kız gülümsedi. İçten, gerçek bir gülümsemeydi. Sylas’ın yüreğini, hiçbir sihir avcısının övgüsünün ısıtmadığı gibi ısıtmıştı.
Evden bir çığlık daha geldi.
“Babam mı?”
“Hayır, benim arkadaşım. Dönmem lazım. Biz gidene kadar saklanabilir misin? Becerebilir misin?”
Kız başını sallayarak onayladı.
“Güzel. Cehennem taşı tozunun nerede olduğunu biliyor musun?”
Kız, dar bir rafta duran kilden yapılma kavanozu gösterdi.
Oğlan kavanozu kaptığı gibi ahırdan çıktı. Kulübeye yaklaştığında azap dolu bir çığlık daha duydu. Son birkaç adımı daha da hızlı atıp kapıdan içeri daldı.
Kavanozu ödül gibi tutup göstererek, “Buldum,” dedi.
Odaya sessizlik hâkimdi.
Vannis, Marsino’nun cansız bedenine bakıyordu. Sadece çiftçi kapıya döndü.
Yaşlı adamın gözlerinde korku ve güceniklik vardı. Çocuk, lanetlerini saklamaya çalışan bütün o çaresiz insanlarda görmüştü bu bakışı.
Yaşlı adam bakışlarını çocuktan, henüz ne kımıldamış ne de tek bir söz etmiş olan Vannis’e çevirerek yavaş yavaş baltasına uzandı.
Çocuk başını iki yana sallayarak adama yapmaması için sessizce yalvardı.
Çiftçi durakladı, önce ahıra sonra da çocuğa baktı.
Çocuk çiftçinin içini rahatlatmak için gülümsedi.
Yaşlı adam ona bir bakış atıp silahını duvara dayadı.
Vannis sonunda dalgınlığından sıyrıldı. “Neden bu kadar sallandın?” diye sordu sihir avcısı.
“Oğlanın suçu yok. Arkadaşın kurtulamayacak kadar kötülemişti.”
Vannis cesedin yanından ayrılıp yer yatağına oturdu.
“Burada olmamızın sebebi bu soysuz it zaten,” dedi tiksintiyle. “Bu da onlardanbiri. Normalmiş gibi yapıyor.”
“Arkadaşın öyle düşünüyor gibi değildi,” dedi çiftçi. “Anısına saygı duy.”
Vannis başını çevirip Marsino’nun cesedinden başka tarafa baktı. Dikkatini hamağın altında yere saçılmış olan düzinelerce oymacılık aletine ve tahta bibloya yöneltmişti.
Sonunda, “Yufka yürekli, akılsız bir gençti,” dedi. Sonra derin bir sessizliğe gömüldü, aklı başka yerde gibiydi.
Çiftçiyle çocuk da onunla beraber bu gergin sessizlikte beklediler. Şimdi ne yapacaklarından emin değillerdi.
“Canavarı ikimiz mi yakalayacağız o zaman?” diye sordu Vannis yaşlı adama.
Çiftçi, “Gerek yok,” dedi. “Arkadaşınla ilgilen. Bir at arabam var. Sizin olsun.”
“Seni burada… tek başına bırakmak yakışık almaz,” dedi Vannis. “Kardeşimi kaderine terk etmiş olurum.”
Sihir avcısının sesinde çocuğu tedirgin eden, gizli bir keskinlik vardı. Kederi şüpheye dönüşüyordu. Yas içindeki deneyimli asker, yine sorgucuya dönüşmüştü.
“İdare ederim,” dedi çiftçi. “Üniformalı günlerimden beri öyle yapıyorum.”
“Tabii,” dedi Vannis gülümseyerek.
Sihir avcısı aniden yer yatağından kalkıp çiftçinin üstüne çullanarak onu duvara yapıştırdı. Hançerinin ucu, adamın gırtlağından sadece birkaç santim uzaktaydı.
“Nerede?”
Çiftçi, “Ne nerede?” diye sordu. Titreyen sesinden şaşkınlık okunuyordu.
“Senin şu canavarın.”
“O-Ormanda.”
“Kulübene gece yatısına mı geliyor?”
“Ne?”
Vannis ipten ağı göstererek, “Hamağın,” dedi. “Çok sefere çıktıysan bir yerden sonra en iyi dostun olur.”
Vannis hançeri adamın derisine dayadı. “O varken neden yer yatağı kullanasın?”
“Yatak… kızımındı,” dedi çiftçi. Bakışları bir anlığına çocuğa gidip geldi. “Geçen kış kaybettim.”
Oğlan yer yatağına baktı. Gerçekten de çocuklara göre yapılmıştı.
Ama tek ipucu yatak değildi. Tahtadan bir çanakla kaşık, bir de yetişkinlere çok küçük gelecek bir antrenman kılıcı vardı. Vannis bu yalanı anlarsa…
“Kızının mezarını ziyaret edelim,” dedi Vannis.
Çiftçi utançla gözlerini kaçırarak, “Edemeyiz,” dedi. “Canavar onu aldı.”
“Sığırlarını aldığı gibi mi?” dedi Vannis aşağılamayla. “İddiasına varım ki çiftliğini dikkatlice ararsak bu canavarı bulacağız.”
“Burada hiçbir şey yok,” dedi çocuk. “Gidelim.”
“O masanın üstünde ne görüyorsun çocuk?”
Oğlan, Marsino’nun cesedine baktı. Kan oturmuş, cansız gözleri sonuna kadar açıktı. İlletin filizleri boğazını sıkıp yüzüne yayılmıştı.
“Ne görüyorsun dedim!”
Çocuk, “Marsino… Marsino’yu görüyorum…” dedi. Sesi çatlak çatlak çıkıyordu.
“Bir sihir avcısı görüyorsun çocuk. Benim yoldaşlarımdan birini,” dedi Vannis. Her kelimesinden öfke ve acı yayılıyordu. “Senin neyin oluyor?”
Marsino çocuğa şefkat göstermiş olan tek sihir avcısıydı. Lanetine rağmen onu gerçek bir Demacia’lı olarak kabul etmişti.
“Arkadaşımdı.”
“Ya. Ve onu bir büyücü öldürdü,” dedi Vannis. “Bu adam da bizden bir büyücü saklıyor. Tehlikeli bir büyücü hem de.”
Çocuğun gözünde küçük kızın çevresindeki göz kamaştırıcı parlaklık ve ölü sığırların yanmış etleri canlandı.
“Bizim işimiz ne?” diye sordu Vannis.
Çocuk giysisinin koluyla gözlerinin kenarlarını sildi.
“Biz düzeni sağlıyoruz. Kanunu uyguluyoruz.”
Vannis çiftçiyle çocuğu asasıyla yönlendirerek dışarı çıkardı. Üçü birlikte çayırda durup ahıra ve tuvalet barakasına baktılar. Vannis asasıyla çiftçinin kaburgalarını dürttü.
“Kızını çağır.”
Darbenin acısından çiftçinin yüzü buruşmuştu. “Burada değil,” dedi. “Öldü.”
“Göreceğiz.”
Yaşlı adam çocuğa yalvaran bakışlarla baktı.
Çocuk, “Ahırı arayayım,” dedi.
“Hayır. O yanımıza gelecek.” Vannis asasının kenarıyla çiftçinin kafasına vurup adamı yere çökertti.
“Dışarı çık! Baban elimizde!”
Cevap gelmedi. Hiçbir hareket olmadı. Sonra çiftçi acı acı haykırdı.
Çocuk sese dönünce çiftçinin tek dizinin üstünde yalpalayarak şakağını tuttuğunu gördü. Kan adamın parmaklarının altında birikip elini kayganlaştırıyordu. Vannis, tekrar vurmaya hazır halde başında bekliyordu.
“Ne yapıyorsun?”
“Yapılması gerekeni,” dedi Vannis. Yüzü hiddetten ve kederden çarpılmıştı.
Çocuğun omurgasına yine bir şok saplandı. Kollarındaki ve ensesindeki tüyler bir kere daha dikildi.
Ahır kapısı gıcırdayarak açıldı.
“İşte böyle, gel bakalım,” dedi Vannis.
Kapıyı karanlık çerçeveliyordu. Minik adım sesleri yaklaştı. Küçük kız eşiği geçip dışarı çıktı. Telaşlı gözleri hemen yaralı babasına döndü.
Yanaklarından yaşlar süzülürken, “Baba…” dedi.
Kan kaybetmekte olan çiftçi, “Bir şey yok,” dedi kekeleyerek. “Baba bu adamlarla sohbet ediyor sadece.”
Çocuğun milim milim yaklaşmasını seyrettiler. Yetişkinler, sadece çocuğun görebildiği şeyi göremiyordu.
Kız, öğle güneşi gibi parlıyordu.
İçindeki güç yayılıp büzülüyor, renk değiştiriyordu. Sanki ışığı bile kıran bir parlaklık yayıyordu. Yaşayan bir gökkuşağı gibiydi.
Çocuğun laneti buydu. Yeteneği de.
Sihrin temeldeki güzelliğini ve tabiatını sadece o görebiliyordu. Sihir Demacia’daki, hatta belki dünyanın her yerindeki büyücülerin içinde nasıl yaşıyorsa bu korkmuş çocuğun içinde de öyle yaşıyordu. Buna nasıl ihanet edebilirdi? Göreceğini görmüştü.
“Kız… normal.”
“Emin misin? Tekrar bak!”
Oğlan, sihir avcısına döndü. Demacia’lılara göre Vannis onları büyü tehdidinden koruyan sağlam bir kalkandı. O ise karşısında gelenekler değişsin istemeyen basit bir adam görüyordu.
“Yanılmışsınız. Gidelim artık.”
Vannis onu bir an süzdü, yalanını yakalamaya çalıştı. Sonra başını sallayıp kaş çattı.
Bozmühür’ü pelerininden sökerek, “Bakalım imtihanları geçebilecek mi?” dedi.
Petrisit mührü görünce çiftçinin gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Kaç yavrum! Kaç!” diye bağırırken ayağa kalkıp Vannis’e atıldı.
Sihir avcısı hızlı hareket ediyordu. Asasını çiftçinin karnına sokuverdi. Adam darbenin şiddetiyle geriye sendeledi, aralarına biraz mesafe girdi. Vannis ileri atılıp asasını çiftçinin kafasına gömdü. Adamın kafatası kızıl bir çiçek gibi açıldı.
Küçük kız çığlık attı. Ellerinde yıldırımlar çakmaya başladı. Bu sefer yıldırımları herkes görebiliyordu.
Vannis Bozmühür’ü uzatıp çakmakta olan yıldırımları taşa hapsederek büyüyü baskıladı; ama petrisit kızın gücüne dayanamadı, hemen kararıp çatladı. Vannis kırık mührü bırakıp döndü, asasını kızın kafasına savurdu.
“Yapmayın!”
Oğlan kıza doğru koşturdu, göz kamaştırıcı ışık seliyle ağır asanın arasına attı kendini. Minik büyücüye dokunduğunda kollarındaki tüyler yandı, parmak uçları su topladı.
Eline döne döne gelen bir şimşek saplandı. Etine cayır cayır bir akım yayıldı, vücudu kasılıp büküldü. Kalbi sıkıştı, içindeki tüm hava dışarı boşaldı. Nefes almaya çabaladı ama içine sadece boşluk çekebildi.
İçi ölümcül büyüyle dolarken görüşünün kenarları bulanmaya, renkler solmaya başladı. Vannis darbesinin orta yerinde elinde asasıyla eski bir kahraman heykeli gibi donup kalmıştı. Kız da durmuştu. Çevresindeki pırıl pırıl ışık sönükleşirken yanaklarındaki gözyaşları mat kristallere benziyordu.
Sonra oğlanın ciğerleri havayla doldu.
Kalbi güm güm atmaya, tüm vücuduna uyuşturan bir sakinlik pompalamaya başladı. İçindeki ateş yanmaya devam etti ama artık onu yakıp tüketmeye çalışmıyordu. Damarlarında sakince akıyordu. Hatta çocuk, anlık da olsa düşünceleriyle yön verebiliyordu ona. Sonra ateş birden kıvılcımlandı ve artık içinde tutamayacağı kadar alevlenip kuvvetlendi.
Ellerinden ışıklar patladı ve dünya gözden yitti.
Sylas gözlerini açtı. Kararmış toprakta dumanı tüten üç boş kabuk yatıyordu. Birinin elinde çarpılıp paramparça olmuş bir asa vardı. Diğer ikisi birbirlerinin yakınına düşmüşlerdi. Kollarını açıp birbirlerine uzanmışlardı ama sonsuza dek ayrı kalacaklardı. Başarısızlığını gören Sylas’ın gözleri doldu, pişmanlığın pençesi kalbini sıkmaya başladı. Sırtüstü yuvarlanıp titredi.
Bulutsuz gökyüzüne sayısız yıldız saçılmıştı. Yörüngelerinin eğrisini takip ederek ağaçların gölgeli siyahlığı arasında kaybolmalarını seyretti.
Sylas ayağa kalktığında gece göğü mora dönmeye başlamıştı.
Katliamdan topallayarak uzaklaşırken dizleri titriyordu. Biraz gittikten sonra durdu ama ardına bakmadı.
Gerek yoktu. Gördüklerini ömrü boyunca unutamayacaktı. Bu düşünceleri bir kenara itip dağların ufuk boyunca uzanan sivri zirvelerine baktı.
Ne Çitduvar’a ne de onların herhangi başka bir kalesine gitmeye niyeti vardı. Ne kadar yalvarırsa yalvarsın cezadan kurtulamayacaktı. Zaman içinde onu da aramaya başlayacaklar, adaleti sağlayana kadar durmayacaklardı. Sonuçta, kanun uygulanmalıydı.
Ama Sylas onların yöntemlerini biliyordu ve Demacia koskoca bir ülkeydi.
- Kaynak: League of Legends’ın resmi internet sitesi (https://universe.leagueoflegends.com/tr_TR/story/demacian-heart/)