Tam çay içmelik bir geceydi. Evet, soğuktu ama en azından hava açıktı. Hep karlı olan Targon Dağı’nda kuru, ayaz bir soğuğa ancak bu kadar yaklaşılabiliyordu. Soraka misafir bekliyordu. Küçücük keçe çadırının ortasındaki ocağa oturttuğu taş demlikteki kar erimeye başlamıştı bile. Su ısındıkça, odaya kuru çay yapraklarıyla tek tük yetişen şifalı dağ otlarının kokusu doluyordu.
Odanın öbür ucuna giderken, arka duvardaki kendi yaptığı rafın yanından geçti. Evindeki diğer her şey gibi raf da biraz yamuktu. Ölümlü becerilerinden marangozluğa pek yatkın olduğu söylenemezdi; ama rafı, üzerindeki hatıra eşyalarını çok sevdiği için yapmıştı. Rafta Omikayalan’dan bir söğüt çelengi, Bandle Şehri’nde yaşayan sevgili bir dostunun verdiği minicik altın meşe palamudu ve hepsinden, hatta çoğu ölümlü nesneden eski olan, Nashramae’nin kadim günlerinden kalma taştan bir köpek duruyordu. O şehre de yeniden gitse iyi olacaktı. Yüzyıllardır uğrayamamıştı. Halkını çok severdi.
Ama dışarıda gürültüler başlayınca, daldığı düşünceleri bir kenara bıraktı. Bağırmalar. Havlamalar. Tam zamanında başlamışlardı.
Karanlıklar arasında, bir kurt sürüsü karların içine büzülmüş bir karaltıya saldırıyordu. Soraka omuzlarını geriye attı, başını dikleştirdi, sert adımlarla gecenin karanlığına çıktı. Ay vardı. Targon’da çoğu zaman olduğu gibi, görünmesi gerekenden biraz büyüktü. Zirvenin yarı yolunda bir kovuğa yerleşmiş olan evinin doğusunu kayalık düzlükler çevirmişti. Batısında ise dimdik, sisli bir uçurum vardı. Bu yönden sürekli hırpalayıcı bir rüzgâr esiyordu. Düzlüklerden geçmeye çalışan hayvanlar sık sık bu rüzgâra kapılıp yaralanırdı ama av buldukları pek o kadar sık görülmezdi.
Çadırın pencerelerinden gelen sarı ışıkla yarı yarıya aydınlanan kurtlar, Soraka’ya hırlamak için döndüler. Karaltı ise bir yanına yuvarlandı. Genç bir kızdı bu. Korku dolu gözlerle Soraka’ya bakıyordu. Titreyen elleriyle tahtadan bir mızrağa sıkı sıkı yapışmıştı. İnsanlar Kutsal Zirve’ye giden yoldaki bu ücra yamaca tek bir sebepten gelirlerdi; ancak hiçbiri bu kadar genç olmazdı.
Kurtlar hep birlikte Soraka’ya atıldılar. Soraka yıldızların kendisini korumak için bir ağızdan haykırdığını duydu. Parmak uçlarından kıvılcımlar çıktı. Sürünün üzerine altın rengi alevler yağdırdı. Toprağa bam diye çarpan ışıklar kurtların çoğunu korkutup kaçırmıştı ama bir tanesi geride kalmıştı. Hayvanın belinden aşağısı, sönmekte olan korların ağırlığı altında kalıp ezilmişti. Hırıldayıp inleyerek debeleniyordu. Soraka, sürünün geri kalanının arkadaşlarını kaderine terk ederek buzlu, çorak tepelerin ardında kaybolduğunu gördü.
Başını iki yana sallayarak kararmış karların arasına diz çöktü hemen. Ellerini kurda doğru uzatmıştı. Zavallıcığın acısını hissetmeye dayanamıyordu. İçine bir şey saplanıyordu sanki. Ellerini hayvanın kanlar içindeki kalçasına koyduğunda kurt hırlayarak kolunu ısırdı. Ahh. Ölümlülüğün de kendine göre sakıncaları vardı.
“Dur!” diye bağırdı kızcağız. “Seni… Seni öldürecek!”
Soraka’nın yüzü bir gülümsemeyle ısındı. Kollarından yayılan ışık kurdun yaralı bedenini kaplarken, “Kurtlardan korkmam,” dedi. “Üstelik,” diye ekledi, “Targon Dağı bana olduğu kadar ona da ait.”
Kil usta bir zanaatkârın ellerinde nasıl biçim alırsa, kurdun parçalanmış eti de öyle birleşmeye, kırık kemikleri yeniden kaynamaya başladı; ama büyü, Soraka’nın vücudundan ayrılırken onu yakıyordu. Gözlerini kapayıp bir anlığına acıya teslim oldu.
Etrafına yeniden baktığında kurdun kaçtığını gördü. Geride sadece kız kalmıştı. Kızın bakışları yukarı kayıp Soraka’nın boynuzunda gezindi. Soraka onun aklından ne geçtiğini anlamıştı bile.
“Yoksa sen… o şeylerden misin?”
“Nelerden?”
“İblislerden. Duydum ki…”
Soraka güldü; fakat cevap vermesine kalmadan kızın gücü tükendi, sırtı kamburlaştı, mızrağının ucu yere döndü. Soraka ancak o an kendine gelip kızın ne büyük bir acı içinde olduğunu hissetti. Kolları dirseklerine kadar simsiyah olmuştu. Parmakları donup mızrağa yapışmış, parmakların yukarısındaki et şişip kıpkırmızı olmuştu. Bu kadar şiddetli donuklarla çok sürmez, ölürdü.
Kollarına dokunduğunda kız irkildi. Soraka endişelendi. İş şifa vermeye gelince insanlar garipleşebiliyordu. Zihinleri çok karmaşıktı. Karşılıklı bir anlaşmaya varılması gerekiyordu. İyileşmeyi onlar da istemeliydiler. Bazen büyü filizlerini bir yaranın derinliklerine daldırdığında, iyileştirdiği kişinin onu hemen geri ittiğini hissederdi.
Ama bu sefer öyle olmadı. Kız çok yorgundu. Dağın bu kadar yükseklerine çıkmak için gücünü son kırıntısına kadar tüketmişti. Soraka acıya aldırmayarak, ölmeye başlamış eti doldurabildiği kadar güçle doldurdu. Kızın kollarına zümrüt yeşili ışıklar dolandı. Mızrak yere düştü. Soraka işini yaparken derinin siyahtan kırmızıya, mora, sonra da doğal, esmer rengine dönüşmesini seyretti. Hah. Şimdi oldu.
“İblise benziyor muyum?” diye sordu Soraka. Altın sarısı gözleri karanlıkta parlıyordu.
Kız sessizdi. Biraz sonra, Soraka onu sorguya çekmeye başladı. “Zirveye tırmanmaya çalışıyorsun. Neden?”
Kız yeni iyileşmiş kollarını ovuşturarak utançla başını çevirdi. Sonra kekeleyerek, “Ailem…” dedi. “Biz… Biz Rakkorlar… Biz savaşçıyızdır. Annem de aralarında en güçlüsü. Ailede savaşamayan tek kişi olmak nasıl bir şey anlatamam. Tek…” Dudağını ısırdı, lafını toparlamaya çalıştı. “Zayıf olan tek kişi olmak.”
Soraka kızın geldiği, Targon’un eteklerine kadar uzanan toprak yolu işaret etti. “Buraya kadar gelmişsin, neden hâlâ zayıf olduğunu düşünüyorsun?”
Kızın elleri yumruk oldu. “Artık zayıf olmayacağım,” diye yanıtladı. “Zirveye erişeceğim. Son tepeye çıkıp eski hikâyelerde anlattıkları gibi gökyüzüne yürüyeceğim. O zaman… İşte o zaman güçlü olduğumu kabul etmek zorunda kalacaklar. Yıldızlardan yapılmış olan kimsenin sırtı yere gelmez.”
Soraka acı acı gülümseyerek, “Ah, keşke dediğin gibi olsaydı,” dedi.
Dönüp yolun kenarına yürürken kızın yüzüne yayılan şaşkınlığı gözünün ucuyla fark etti. Tepelerindeki mürekkep karası gökyüzüne saçılmış olan yıldızlar, dünyanın her yerindekinden parlak görünüyorlardı. Sadece Soraka’nın duyabileceği şarkılar söylüyorlardı. Burası onun eviydi. Hep öyle olmamıştı ama burayı yuva bellemişti.
Kıza işaret ederek, “Gel,” dedi. Sonra elini kaldırıp parmağını gökyüzünde gezdirdi. Bu sırada bulutlar ve sis birbirlerine dolanıp ayın önüne toplanarak şekiller oluşturdular, sonra da kızın masallardan mutlaka tanıdığı yüzlere dönüştüler. Biri, açık renk saçları olan genç bir kadındı. Karşısında, yüzü güneş gibi parlak başka bir kadın vardı. Üçüncüsü ise elinde kızınkine benzer bir mızrak olan bir savaşçıydı.
“Bu ölümlülerin üçü de zirveye kadar yükselebildiler; ama bu yola tüm ruhlarıyla baş koymuşlardı.” Kıza dönüp söylediklerinden hoşnutluk duymadan, yavaş yavaş konuştu. “Sen dağı yürekten seçmemişsin. Targon da seni seçmeyecek. Ölümüne gidiyorsun. Yola devam etme.”
Kız arkasını döndü. Uzun süre hiçbir şey söylemedi.
Sonunda pürüzlü bir sesle, “O zaman nereye gideyim?” diye sordu. “Eve gidemem. Onların arasına dönemem. Başka nereye gideyim?”
Soraka gülümsedi. “Dünya çok büyük. Önünde sayısız yol var. Bana müsaade edersen sana yardımcı olabilirim.”
Aydaki görüntüler dağıldı.
Soraka, yakındaki kayaların arasına yerleşmiş parlak sarı çadırı gösterdi. “Ama önce içeri gel de ısın. Gün doğana kadar yola çıkmanın anlamı yok. Hem çay koymuştum. Tam çay içmelik bir gece, değil mi?”
- Kaynak: League of Legends’ın resmi internet sitesi(https://universe.leagueoflegends.com/tr_TR/story/soraka-color-story/).