League of Legends dünyasının en yeni şampiyonu Yuumi için yepyeni bir hikaye paylaşıldı. Vadi’nin en yeni şampiyonu, geçtiğimiz yamayla birlikte tüm LoL sunucularına merhaba demişti.
Oyunun resmi internet sitesi üzerinden paylaşılan bir yazıda Yuumi için “En Büyük Av” adında bir hikaye paylaşıldı. O hikaye hemen aşağıda sizlerle.
Yuumi: En Büyük Av
Yordle’ım Norra, arkadaşım Kitap’ın sayfaları arasında horluyor. Düzinelerce ay güvesi açık pencereden içeri uçan fenerler gibi girdikçe kuyruğumun ucu titremeye başlıyor. Neşe içinde havaya sıçrıyorum. Güve yakalasam da yakalamasam da umurumda değil. Gitgide daha yükseğe zıplıyor, çevremde süzülen ay güvelerini patiliyorum.
Bir tanesi bükülüp kendi içine kıvrılıyor, havada çırpınmaya başlıyor ve sonunda uskumru biçimini alıyor. Çevremdeki diğer ay güveleri de dönüp bükülerek havada yüzen balıklara dönüşüyor. Enfes! Ta ki dünya bir anda altüst olana dek. Raflardan havalanan kitaplar patır kütür tavana dökülüyor. Hâlâ uyumakta olan Norra’cığım yerinden havalanıyor. Balıklar dört bir yana dağılıyor ve biz de düşüyoruz, düşüyoruz, düşüyoruz…
Uyanıyorum. Tahta bir kutunun içindeyim. Gözlerimi uykulu uykulu kırpıştırıyorum. Kutunun tahtaları arasından ay ışığı süzülüyor. Fare delikleri aşkına! Ben buraya nasıl girdim? Ha, doğru ya. Nefis balık kokusu burnumu doldurunca Bilgewater sokaklarında gezindiğimi, bir kasa kuru balık bulduğumu, tıka basa doyana kadar yiyip tok karnına derin bir uykuya daldığımı hatırlıyorum.
Doğrulup rahatça yerleşmeme kalmadan midem kalkıyor ve yan tarafımın üstüne düşüyorum. Tepeme (tıpkı rüyamdaki gibi!) düzinelerce kuru balık yığılıyor ve karnım gurulduyor.
Kitap, düşen balıklardan kaçınmaya çalışarak bir köşede açılıp kapanıyor. Sayfalarına yiyecek değmemesi gerektiğini ima ediyor sürekli. Kurutulmuş ağaçlar biraz balık koksa daha güzel olurlar bence ama Kitap kurutulmuş ağaçlar hakkında benden çok daha fazla şey biliyor, bu yüzden onunla tartışmıyorum.
Tahtaların aralıklarından dışarı bakıyorum. Altımızdaki zemin yalpalayıp gıcırdıyor. Uzaktaysa ay ışığıyla yıkanan uçsuz bucaksız bir parlaklık görünüyor. Okyanustayız!
“Kitap yaaaa!” diye bağırıyorum. “Şekerlemenin sonu nasıl kötü gelebilir?”
Kitap bıkkınlıkla açılıp kapanıyor. Ben suyu sevmem. Kitap da sevmez.
Telaşlanmaya başlıyorum. Kitap hışırdayarak bana endişelenmemem gerektiğini hatırlatıyor ama artık çok geç. Çaresizce debelenerek tahtaları tırmalıyorum. Bu sırada kuru balıklardan birkaçını da yanlışlıkla parçalıyorum. Okyanus bana en sevdiğim yiyeceği yok ettiriyor. Suyun en kötü türü bu olsa gerek! Kitap’ın kapağını patileyerek bizi bu ıslak kâbustan uzaklara kaçıracak, buzlarla çerçevelenmiş bir geçidin sayfasını açıyorum. Bir yere, herhangi bir yere kaçmamız gerek. Soğuk bir yere bile razıyım.
Tam Kitap’ın geçidine atlayacakken, çanların çınlamasına ve en parlak gökkuşaklarına benzer bir çığlık işitiyorum. Kürküm diken diken oluyor. Bir yordle çığlığı bu.
Kasanın tahtalarının arasından dışarı bakıp iki insan denizcinin mavi kürklü bir yordle’ı dalgalarda hızla yol alan geminin güvertesinin kenarına sürüklemesini seyrediyorum. Birinin çenesinde kara tüyler var. Diğeri tombul. İkisi de kötü kötü sırıtıyor. Üst üste yığılmış zıpkınların, olta kamışlarının, mızrakların ve kalın misina makaralarının üstünden atlayarak ilerliyorlar. Bunlar derin deniz canavarı avcıları olmalı.
“Bu cücükle de ne kocaağız balığı tutulur ha!” diyor ilk denizci.
Daha tombul olanı, “Balıkların en büyükleri yordle etine bayılırmış,” diyor. “Kendim hiç denemedim. Bilgewater’da pek yordle bulunmuyor.”
Mavi kürklü yordle ciyak ciyak bağırarak onlardan kurtulmaya çalışıyor. “Ben balık yemi değilim!” diye bağırıyor. Her kelimede sesi daha da tizleşiyor. “Yalvarırım bırakın beni!” Denizciler hiç tınmıyor.
İçinde olduğum kasa öncekinden de şiddetle sarsılırken gemi de olduğu gibi yana yatıyor. “Ha bak, balıklar vurmaya başladı bile. Teknemizi kocaağızlarla dolduralım bakalım!” diyor ilk denizci sırıtarak. O sırıtışını hiç beğenmiyorum.
Geminin etrafında dev bir sırt yüzgeci dönmeye başlıyor. Denizde oluşturduğu aslan büyüklüğündeki dalgalar teknenin yan tarafına çarpıyor. Kitap’ın beni çekiştirdiğini hissediyorum. Kimse görmeden hemen bir geçitten geçip kötü sudan kaçmamızı istediğini biliyorum ama ben yordle’ın çığlığını duyuyorum. Patimi tahtaların arasından çıkarıp kutunun kapağını tutan kancayı açıyorum. Yordle’ı bir başına ölüme terk etmeyeceğim. Norra’mı kaybettikten sonra öyle bir şey yapamam.
Denizciler yüzgecin denizde sağa sola savruluşuna bakıyor. Ben kaplan kadar sessizce kasadan çıkıp onlara sinsi sinsi arkadan yaklaşana kadar beni fark etmiyorlar.
Zavallı yordle’ı uzun bir oltanın ucuna bağlamışlar, yukarıdan okyanusa sarkıtıyorlar. Altındaki su köpüklenip kaynaşıyor. Su zaten hep olabilecek en iğrenç şekillerde hareket eder! Zıpkın yığınının üstüne atlıyorum. Kitap da peşimden geliyor. Havada dururken bir yandan da sayfalarını gergin gergin çırpıyor. Denizciler bizi görüyor.
“Şunlar mor bir rakunla uçan bir kitap mı?” diye soruyor denizcilerden biri.
Öbürü, “Bence yavru bir ayıyla uçan bir defter,” diyor.
“Hayır geri zekâlılar, kedi işte,” diyor bir üçüncüsü. “Yakalayın!”
Denizciler bana doğru atılıyor ama ben hızla ayaklarının arasından geçiyorum. Bacaklarına iyice dolaşıp bağlanan bir büyü ipi atıyorum. Masada duran bardaklarmış gibi devriliyorlar.
Geminin küpeştesine sıçrayıp oltanın yanına tünüyorum. Ne yapmam gerektiğinden emin değilim. Altımızda dalgalar burgaçlanıyor. Birden av içgüdüm devreye giriyor: Birazdan bir şey üzerimize atlayacak.
Yordle oltaya tutunurken, “Çözün beni!” diye bağırıyor. “Ben yem falan değilim! Bu ziyadesiyle acayip ve utanç verici bir durum!”
Şansı var ki ben suyu sevmesem de balıklardan korkmam.
Olta kamışının üstüne atlıyorum. Bazen bir kedinin atlayışının tam ortasında zaman yavaşlar. Patilerim şemsiye gibi açılmış ve kürküm o korkunç suların üzerinde rüzgârla dalgalanıyor olabilir ama o yordle’ı kurtarmak için elimden geleni ardıma koymamaya kararlıyım. Hem zaten atlayışın ortasında vazgeçmek mümkün de değil.
“Merak etme küçük mavi yordle!” diye bağırıyorum. “İmdadına yetiştim!”
Hemen arkamda Kitap’la yordle’ın omzuna indiğimde kaderlerimiz bir oluyor.
Olta ağırlığımızdan sarsılıyor. Gördüğüm en büyük balık birden sudan dışarı fırlıyor. Uzunluğu geminin üçte biri kadar. Çenesi ardına kadar açık, içindeki yüzlerce diş ay ışığında parlıyor. Ağzı o kadar büyük ki iki tane ineği çiğnemeden yutabilir. Vücudunun sipsivri, jilet keskinliğinde, gümüş ve mor pullarla kaplı olduğunu parlak ışığım sayesinde bu karanlıkta bile görebiliyorum.
Dev kocaağız balığı yordle’ı, Kitap’ı, beni, hatta olta kamışının bir kısmını bütün bütün ağzına alıveriyor. Yer bile kalıyor!
Balık suya geri düşerken biz de onun damağına çarpıyoruz. İçerisi zifiri karanlık, bayat deniz mahsulü kokuyor! Ama balık bizi yutamadan çevremizi balon gibi saran büyülü bir kalkan açıyorum. Hayvanın boğazına tıkanıyoruz. Parlak ışığımı yine açtığımda fena halde çürümüş dişler görünüyor. Demek içerisi bu yüzden feci kokuyor. Yordle çevresini görünce viyaklıyor. Balık kıvranıp debeleniyor. Biz üçümüz bir o yana bir bu yana savruluyoruz ama patlamayan balon bizi koruyor.
Arkadaş edinmenin pek tuhaf bir yöntemi bu!
Kaçabilmek için Kitap’ı açmaya çalışıyorum ama kocaağız bir kere daha havaya sıçrıyor. Bu sefer balonun içinde üçümüz birbirimize giriyoruz. Sonra bir küt sesiyle düşüyoruz. Balık teknenin güvertesine indi herhalde. Devasa kocaağız çırpınıp kuyruğuyla denizcilere vuruyor. Denizcilerin bağrıştıklarını duyuyorum.
Bir şapırtı geliyor, sonra bir daha, bir daha. İnsanlar denize düşüyor olsa gerek. Hâlâ kocaağzın boğazına takılıyken Kitap’ı açıyorum. Bandle Şehri’nin, yuvamızın koyu yeşil renkleriyle pırıldayan bir geçit açılıyor.
Minik yordle’ı dişlerimle gömleğinden tutup sayfaya dalıyorum. Geçit genişliyor, döne döne ruhlar alemine giriyoruz. Birbirinin içine geçen renkler içinde savruluyoruz, başımız dönüyor.
Öksüre öksüre, sığ bir akarsuyun kıyısına çıkıyoruz. Ciğerlerim Bandle Şehri’nin mis gibi havasıyla doluyor. Rüyamdaki kadar yoğun ve taze. Balıklarla, yani normal boyda balıklarla dolu akarsu şırıl şırıl akarken alacakaranlıkta safir mavisi cırcırböcekleri ötüyor.
Kitap, sayfalarını silkeleyerek kurulanıyor. Mavi kürklü yordle sırılsıklam olmuş, titreyerek doğruluyor. “Ne oldu demin? Nasıl… kaçtık?” diye soruyor. “Bilgewater’a açılan en yakın geçit limanda değil miydi?”
“Ne şanslıyız ki Kitap geçitlerimizi gittiğimiz her yere götürüyor,” diyorum. Kitap kendi etrafında dönerek kurutulmuş ağaçtan sayfalarını gösteriyor. Hepsine mürekkep ve boyayla büyülü birer boyut kapısı çizilmiş.
“Her neyse, ikinize de beni kurtardığınız için teşekkür ederim,” diyor yordle. Merakla Kitap’a bakıyor. “Siz de buralı mısınız?”
“Evet ama artık burada yaşamıyoruz,” diyorum. Sahibimi düşünerek üzüntüyle Kitap’a bakıyorum.
Kitap’ın sayfaları dalgalanıyor. Artık gitme vaktinin geldiğini düşünüyor, biliyorum.
Yordle’a, “Buradan evine nasıl gideceğini biliyor musun?” diye soruyorum.
“Evet, evet, çanakköstebeklerini geçince tepenin hemen üstünde. Bu çayırları iyi bilirim. Umarım sen de yordle’ını bulursun,” dedikten sonra uzaklaşıyor.
Bir an duraklayıp şafak alacasının gün doğumuna dönüşmesini seyrediyorum. Ufukta bir anlığına bir ay güvesi görüyorum. Üstüne atılmayı çok istiyorum ama aklıma Norra’nın hâlâ bilinmedik bir yerlerde kayıp olduğu, hatta belki şu anda bizim onu kurtarmamızı beklediği geliyor.
Kitap’ı, patimle ona olabildiğince hafif dokunarak okşuyorum. Norra’yı o da özlüyor, biliyorum.
Sonra yeni bir sayfa açıp içine atlıyorum.